BERTO’DAN İKİ YAZI

fotoğraf çağrışımları/kalbimin coğrafyası üstüne

karanlıkta dans/(Dancer in the Dark)

(Berto iki yazı yollamış bana. Sitemi eleştirmiş, sonnotta belirttiği gibi cevap vermeden yayınlama kolaycılığına kaçma demiş, ama...)

fotoğraf çağrışımları /

kalbimin coğrafyası üstüne

Merhabalar Zenci,

Ahdimiz böyle miydi seninle? Sırrımızı ifşa etmek var mıydı? Neyin peşindesin Zenci? Şöhret mi arıyorsun, beyazlar tarafından takdir edilmek midir amacın? “Helal olsun kara çocuğa, sanal alemde de yer açtı kendine.” Bunu mu desinler istiyorsun, yoksa arabesk zenci söylemleri mi geliştirmek istiyorsun, hani seksenli yılların başında müzikte yaratılan çığır türünden bir sanal arabesk midir istediğin?

Abi sanal alemde bizim de bir “yerimiz” var bundan böyle, buyur gel, bir acı kahvemi iç türünden –ceket kartal kanat- bir kabadayılıksa niyetin ben bu işte yokum Zenci. Yerlilerin böyle arabesk tavırları sürdürmelerine gönlüm razı değil. “Karanlıkların çocuğu” imajının internetteki adresi olacaksa siten, vazgeç bu işten. Berto’yu da alet etme, arabesk şöhret budalalıklarına.

Şu fotoğraf meselesini de yayınlamış bizi madara etmişsin sanal aleme; kalbimizin caddesinin fotoğrafını tanıyamadı diye. Al bakalım sana fotoğraf çağrışımları....

Evet zenci, kalbimizin caddesinin fotoğrafı... İç huzurunun, tevekkülün, kanaatin, sabrın, sadeliğin caddesini tanıdım. Baştan beri tanıdık gelmişti zaten ifade ettiğim gibi, ama nerede gördüğümü hatırlayamamıştım. Şimdi düşünüyorum da nerede gördüğüm hiç de önemli değil. Anadolumun her şehrinde, her kasabasında bu cadde var Zenci.

O caddenin yukarısında bir türbe vardır. Caddeye girince önce türbeye kadar gider mübarek zâtları ziyaret edersin. Her şehrin eski caddelerinden birinde bir türbe olur ve tesbihteki imame gibi geçmişimize ve toprağa bağlar bizi. Bu tesbih benzetmesini Ivan Nitchev imzalı bir Bulgar filminde bir Yahudi’den duymuştum. Bulgarların, Türklerin, Ermenilerin, Yahudilerin, Çingenelerin uyum içinde yaşadığı bir “Osmanlı” kentinde, Stanilist rejimin dozerleri Türk mezarlığına yol vurunca, Türkler şehri terk ediyordu. Daha önce çadırlarda yaşayan çingenelerden başlayan “yerli kıyımı” şehrin boşalmasına neden olmaktadır. Mahallenin eşrafından olan Yahudi, artık boşalmış meyhaneye gidip sarhoş oluyor ve yerlilerin arasından çıkarak yönetimin borazanını çalmaya başlayan öğretmene “Ölülerimiz bizim tesbihteki imame gibidir öğretmen bey, imameyi koparırsanız ip kırılır ve tesbih dağılır” (Bu sırada elinde çevirdiği otuzüçlük tesbihi hırsından kırıyor ve tesbih dağılıyordu.) diyordu. Topraktaki köklerimizdir say ki ve yerliliğimizin en temel kanıtlarından biridir. Gavs Hazretleri olur, Yünlü Baba olur, Karyağdı Sultan olur, Hacı Bayram Veli Hazretleri olur, Hacı Bektaş Sultan olur, Himmet Dede olur, Şah Baba olur, ve toprağı beklerler; toprağı ve gökyüzünü ve ikisi arasındakileri. Himmet istersin, adakta bulunursun. Gül Baba’dır; gül kokar yaz kış, Tezveren Sultan’dır; bekletmez huzuruna geleni.

O cadde ne kutlu caddedir Zenci! Delisi de velisi de çoktur. Çeşit çeşit insan gelir geçer o caddeden. Kendi halinde, eli altın sayarken kalbi Rabbiyle olan, çoğa tamah etmeyip azla yetinen, çok kazanınca konu komşuya ikram eden, caddeye neşe dağıtan, güven veren “çarşı esnafı” vardır o caddenin. Ayyaşı, berduşu, eşkıyası da vardır; lakin zararsızdır. Esnaf bilir bunları. Bunlar da esnafı bilir. Takılmayı da eksik etmeden garip guraba da doyurulur bu çarşıda. İçerde yemek yeniyorsa, dışardan her kim geçse çağrılır ve “ye kurban ye, çekinme” denir.

Caddenin aşağısında “karışık pide” satan bir seyyar satıcı olur. İstersen yumurta ile peyniri karıştırır sarar dürüme, istersen sade yersin. Ankara’da bu pidenin adı “bobit” olur, Karadeniz’e geçer “Trabzon ekmeği” olur, Erzurum’da “pağaç” olur, Maraş’ta “çarşı ekmeği”dir; Adıyaman’da “sıcak pide” denir.

Karışık ya da sade neyse dürümünü alır, soldaki çay evine geçersin Zenci. Bu çayevinde ne muhabbetler, ne dostluklar kurulur bir bilsen! Kimsenin statüsüne bakılmaz burda, hatırlı müşteri yoktur; her müşteri hatırlıdır. “Çay mı abi” denir ve çayınız önünüze konur. Hasır iskemlelerde oturur bir taraftan pideni yerken –bu bir poğaça ya da simit te olabilir- bir taraftan da çayını yudumlarsın. Pide bittikten sonra üstüne mutlaka biraz daha demlice bir çay gelir; bir sigara yakarsın. Üçüncü bardakta, çaycı tanır seni, kaç şeker atıyorsan o kadar şeker koymuştur tabağa; çayın demini nasıl istediğin konusunda da az çok bilgi sahibi olmuştur. Belki çok az kimse birbirini ismen bilir ama hiç gariplik çekmezsin burda, hemen bir sohbete katılırsın kendiliğinden. Bazen herkes kendi havasında olur. Oturur seyredersin. Biri köşede oturmuş “haydi durma git diyorsun/kimim var, nere gidem” diye bir yanık havaya başlamıştır, ihtiyarlar öbür tarafta birbirine takılmaktadır. Yan taburede koyu bir sohbet vardır; karşıdaki masada hiç kimse konuşmamakta, herkes cigarasını nefeslemektedir. Radyoda bir eski hava çalmaktadır. Birazdan mahallenin delisi mi velisi mi olduğunu bilmediğin biri gelir, cebindeki bütün bozuklukları tabureye döker. Çaycı önüne bir çay koyar, bozuklukların arasından çay parasını alır.”Bu kadar yeter Hasan” der. Adam kalan parayı toplayıp geri cebine koyar. Bir sıcaklık, bir ürperme hissedersin.

Birazdan ezan okunur. Ocağın başında görevli “ocakçı” dışında kimse kalmaz çayevinde. Sen de uyarsın kurtuluş çağrısına hiç yüksünmeden. Bu caddenin imamı, okuyuş konusunda ve namazın şartları konusunda çok dikkatlidir. İmama uyar ve kalp huzuruyla bir namaz kılarsın. Bu caddelerde cemaat camiden çıkmadan önce birbiriyle ve imamla tanış olur. Günlerden Cuma ise, “Cumanız mübarek olsun” denir ve geçmişlerin ruhuna gönderilen fatihadan sonra ayrılır insanlar birbirinden. (Bulgaristan’da olduğu gibi politik nedenlerden dolayı bu caddenin milletler “mozayiği” parçalanmamış olsaydı, yolda karşılaştığımız papaz efendiye de selam verecek ve hal hatır soracaktık Zenci. Karşıdaki Ermeni komşunun oğluna “Ne var ne yok Hristo” diyecektik. Hatta takılacaktık “lan gavur” diye belki de; Hristo, bu takılmadaki çağrıyı farkedecek, gülümseyecekti. Belki de bu caddenin arka taraflarındaki Arnavut kaldırımlı sokaklardan birinde bulunan evimize geldiğimizde; yan taraftaki Yahudi komşunun karısını, gurbetteki oğlu Salamon’un yazdığı mektubu okutmak için bizi beklerken, annemizle koyu bir sohbete dalmış olarak bulacaktık. Çünkü annesi okuma yazma bilmediği için çocukluk arkadaşımız Salamon, biz okuyalım diye mektubu Türkçe yazmış olacaktı. Annesine yazacakları bittikten sonra mektubu okuyan çocukluk arkadaşıyla da hasbihal etmeyi unutmayacaktı Yahudi veledi. Kafa sallama Zenci, alaylı alaylı, Yahudi komşular bu caddeden gideli elli yıl geçmedi; bütün bu anlattığım hikaye biteli üççeyrek asır olmadı daha! Ahçik’in türküsünü sen iyi bilirsin. Arnavut kaldırımlarının üstüne ise geçmişin bütün izlerine sünger çekilmek istenir gibi, daha bir sene önce asfalt döküldü.)

Caddeden ayrılma vakti gelmiştir. Akşam çabuk olur bu caddede Zenci. Türbeye, camiye, çayevine son bir kez bakarsın. Köşedeki çeşmeden bir yudum su içersin. “Hoşça kal, kalbimin şehri” dersin.

Çarşı esnafı darabalarını indirmektedir.

 

 

karanlıkta dans

(Dancer in the Dark)

“Global kapitalizme karşı global direniş.”

Zenci Yerli sana denizaşırı ülkelerden birindeki zencilerden birinin hikayesinden bahsetmek istiyorum. Şu sıralar gösterimde olan bir filmin başkahramanı Selma’nın hikayesinden. Sandığın gibi Anadolu yerlisi değil bu Selma. Çekoslovak göçmeni. Zenciler nerde “göçmen” ya da “sığıntı” (refugee) diye anılırlar ki Zenci Yerli? Beyaz ülke Amerika’da tabi. /Alamanya acı vatan/

Selma’da kalıtsal olarak geçen görme bozukluğu vardır. Babasından kendisine, kendisinden de oğlu Gene’e geçmiştir. Başlangıçta sağlam olan gözler, zamanla görme yetisini kaybetmekte ve orta yaşlarda tamamen kör olmaktadır. /Mevlam birçok dert vermiş/Beraber derman vermiş/ Hastalığın tedavisi on üç yaşında yapılan yüksek maliyetli bir ameliyatla mümkündür. Selma’nın tek derdi oğludur, göz nuru oğlunun gözleridir. Amerika’ya göçmüştür; göçmüştür ki Çek Cumhuriyetinde hem ameliyat parası biriktirmek hem de ameliyat mümkün olmadığından, fırsatlar ülkesinde oğlunu ameliyat ettirebilsin. /benim şu tükenmez derdime neden ilaç ilaç vermemiş/

Dişini tırnağına takarak çalışmakta ve her ay aldığı maaşı, kaldığı barakanın gizli bir bölmesinde sakladığı helva kutusunda biriktirmektedir. Hani şu tahin helvası kutuları olur ya Zenci Yerli. Ama görme bozukluğu hızla ilerlemektedir. Nihayet görmez olur, fakat muayene tahtasındaki harflerin sırasını ezberleyerek muayenelerde sağlam çıkmayı başarır. Çalıştığı fabrikada birkaç kez baktığı makinenin arızalanmasına neden olur. Buna rağmen tek varlığı oğlunun hayatını karanlıktan kurtarmak uğruna gece vardiyalarına kalır, eve iş alır. /Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana bilmem söylesem mi söylemesem mi/

Bütün bu zor anlarında; fabrikada makineler arasında, artık görmediği için tren raylarını takip ederek eve ya da işe gittiği sırada tren geçerken; makinelerin çıkardığı gürültünün ritmine kendisini bırakır ve kendisini bir müzikalde hayal eder. /bazı acılardan al ilacını/ Çok sevdiği step dansına başlar. Fakirin ekmeği umut derler ya zenci, hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmaz bu siyah kız. Oğlunu körlükten kurtaracağı parayı bir gün mutlaka biriktireceğine inanmaktadır. Asgari ücretinin kira için ayırdığı kısmı hariç tamamını kutuya koyar. Aldığı ek işlerle ise geçimlerini sağlarlar. Diyeceğim o ki Zenci Yerli, siyahların çilesi her yerde aynı. Selma’yı çek kareden, kızının kanını değiştirmek için gerekli olan parayı kazanabilmek uğruna Arabistan sıcağına giden Mehmet Ali Abimi koy, bebeğinin yaşaması için hastane köşelerinde sabahlayan Güllü gelini koy, Celal oğlanı koy, Memik oğlanı koy, hep aynı melodram.

Hikayenin burdan sonrası çok da önemli değil Zenci, kız kendi hayatı bahasına oğlunun hayatını aydınlatır. ....darağacını /bilmem boylasam mı boylamasam mı/ Önemli olan üstüne yağan bela yağmuruna kollarını açması ve gülümseyebilmesiydi. Filmin bir yerinde “bazen çok bunaldığım zaman makinelerin gürültüsünden bir müzik yaratırım kafamda ve hayale dalarım “ diyordu. Bizi biz yapan bu direncimiz bu tevekkülümüz değil mi Zenci? Kendimize hayat alanı açışımız hücrenin havalandırma mazgalından... Diş fırçasının sapıyla çıkardığımız tıkırtıyla ortaya koyduğumuz evrensel müzik değil mi bizi yaşatan? Yeşil başlı telli turna bizim elden uçup gitse de biliriz ki Zenci, başka bir gölde yaşamaya devam etmektedir. Huma kuşu yere düşse de, yare gitmek isteyip gidemesek de, gurbet elde bir hal gelse de başımıza, felek ağu katsa da aşımıza biliriz ki Zenci, Mevla kerimdir. Artık darağacında başımızın örtülerek mi örtülmeden mi infazın gerçekleştirileceği konusunda telefondan gelecek olan emri beklerken, bir taraftan oğlumuzun ihtiyacı kalmayan gözlüğüyle oynarken bir yandan da ona ekmeğini dürmesini, okuluna gitmesini tembih edebiliriz. Bu biçare bir teslimiyet değil, özgüvenin ifadesidir, bir başkaldırıdır beyaz düzene. Sezgilerimiz vardır çünkü ve herşeyi görmekteyiz aslında; bütün kurgularını beyaz adamın, bütün iğrençliğini. /Şu karşıki yayla ne güzel yayla/bir dem süremeden de galırım böyle/ala gözlü pirim sen himmet eyle/ben de bu yayladan dosta giderim/

Biliriz ki Zenci, “bu son şarkı değildir”. “Biz müsaade etmediğimiz sürece de son şarkı çalınmayacaktır” bu müzikalde. Selma küçük bir kızken gittiği müzikallerde son şarkı çalınmadan önce salonu terk edermiş ve böylece müzikal hiç bitmezmiş, uzun süre iç dünyasında devam edermiş.

Anadolu yerlilerinin filmi yapılmadı daha Zenci. Hikayesi yazılmadı Celal Oğlan’ın, Memik Oğlan’ın. Musa’nın dramını sahneleyen olmadı. Anadolu yerlilerinin bir Lars von Trier’i yok çünkü, bir Steinbeck’i olmadı Anadolu’nun, bir Victor Hugo çıkmadı şu kadar zencinin arasından. Ne gam, yerlilere has o vakur direniş, o evrensel müzik sürüyor. “Görmek için göz gerekmez.” /her dem yeniden doğarız/bizden kim usanası/

Konusu bakımından bizim Yeşilçam filmlerinin arabesk dramlarına benziyor. Etrafımızda yüzlercesi cereyan eden bir trajedi. Fakat, konunun müzikal formunda işlenişi ve kamera tekniği açısından görmeni çok isterdim. Filmin yönetmeni ve senaristi Lars von Trier’i, başrol oyuncusu ve müziğinin yaratıcısı Björk’ü ve başkahraman Selma’yı –Yeşilçam’ın kulağı çınlasın- Anadolu zencileri adına selamlıyorum.

Son bir not: Bu mektuplarımın cevaplarını bana göndermeden şu camlı mevkutende yayınlama kolaylığına kaçmazsın umarım. Selamlar.

Anasayfa